November 7, 2010

halimiz duman

o kart sesimden bi halimiz duman dinleyin de görün nasıl duman oluyomuş haliniz

October 7, 2010

birkaç gazete küpürü ve iki taş

Bir zamanlar İstanbul'a gitmem icap etmişti, haliyle gittim ben de. İstanbul'a Haydarpaşa'da olan GATA askeri hastanesine gitmem emredildiği için gitmiştim. Bu emir İzmir'deki Güzelyalı askeri hastanesindeki hem doktor hem de asker olan bir kişiden gelmişti ve sanırım o anda asker kısmı ağır basmıştı çünkü söylemi şu şekildeydi; “tamam, al bu belgelerini, yarın Haydarpaşa GATA'ya git”, pek söylenecek bir şey olmadığını düşündüğümden bir tek “İstanbul'da mı?” sorusunu sorabildim ve doktor bey de nazikçe yanıtladı sorumu, sanırım o anda da doktor kısmı ağır basmıştı. Malum emirle demir hikayesi'ni bildiğim için hemen akşamına bir otobüs bileti aldım, düştüm yola. Biraz servis şoförünün yardımı, biraz da hislerimin yardımı ile sabah vakti tam zamanında olmam beklenen yerdeydim. Muhtemelen sürekli askerlerle uğraşmaktan gergin bir halde olan hemşire'yi atlattıktan sonra nihayetinde doktora ulaşabilmiştim. Doktor elimdeki belgelere bir süre göz gezdirip küçük bir kağıda yapmam gerekenleri yazdı. Bunlar; hastalığımı tedavi eden hastanenin vermiş olduğu heyet raporunu yenilenmesi, ameliyat olduğumda benden alınan kitlenin parçalarının, halen eski hastanemde bal mumu bir koruyucu içerisinde bekletilmekte olan arşivinden alınması. Aynı mahcup tavırla ses çıkarmadan ödev kağıdımı alıp İstanbul'da yaşamakta olan ve daha önce hiç gitmediğim bir yerde yaşayan teyzemi, ziyarete, yine hislerime güvenerek gittim. Birkaç saat onda oturup, tekrardan işimin başına koyulmak için akşama bir bilet aldım ve sabaha İzmir'deydim. Öncelikle heyet raporumu yenilemek için doktorlarımın yanına gittim, sırayla bütün heyeti tek tek bulup imzalanması gereken yerleri imzalatıp işleri biraz daha hızlandırarak raporun olgunlaşması için bekleyişe koyulmak yerine bu görevi kardeşime devredip, bloklarımı almak için bir başka şehre, Aydın'a doğru yola koyuldum. Aydın'daki hastanenin arşivinden bir kimlik karşılığında halihazırda benim parçalarım olan blokları aldım cebime koydum ve tekrar İzmir'e döndüm. Kardeşim beni rapor ile ilgili işlemleri halletmiş olarak bekliyordu. Ondan raporumu alıp cebimde bedenimden parçalar ve çantamda bedenim hakkında kararlar olan bir rapor ile tekrar İstanbul yoluna koyuldum. Ertesi sabah aynı hemşire'yi nazikçe başımla selamladıktan sonra karşısında dikildiğim doktor bu seferde kağıtlara bakıp doğru olup olmadığını kontrol ettikten sonra bloklarımı hastanenin patoloji servisine bırakmam gerektiğini emredip o gün ki diyaloğumuzu sonlandırdı. Poliklinikten çıkışım öğlen saatine denk geldiği için, patoloji servisinin açılmasını beklemek üzere hastanenin bahçesinde anlamsızca dolaşmaya koyuldum. Bir süre dolaştıktan sonra -herhalde benim boş boş dolaştığımı anladığından olsa gerek- orta yaşlı, iri yapılı, uzun kıvırcık, omuzlarının üzerine düşmüş saçları olan bir bayan, yerde bir şeyleri göstererek “genç, bak, gel buraya bak, gel gel, bak ne güzel bir şey” diyerek beni yanına çağırdı. İnsanları yadırgamama ve sevme konusundaki düşüncelerimin başlangıç kısmına denk gelen bir psikolojik dönemde olduğum için herhangi bir şey düşünmeden yerde göstermek istediği şeye dikkat etmeye çalışarak ona doğru yaklaştım. Henüz ne göstermeye çalıştığını anlayamaya çalışırken “bak, ne güzel değil mi, hiç böyle güzel bir şey görmüş müydün” diyerek beni daha fazla merak içine sokup, yerdeki kırık taş parçalarının üzerine düşen güneş yardımıyla parlayan, dolayısıyla rengarenk olan kısımlarını işaret etti. Saçma sapan şeylerden mutlu olan birisi olduğum için gördüğüm şey gerçekten hoşuma gitmişti, “evet gerçekten güzel bir görüntü” dedim. Sonrasında yaklaşık bir saat o kadınla sohbet ettik. Konuşmalarında benim gibi bir hastalığı olan kızından, tanrı ile ilgili bazı ilginç konulardan ve çantasından çıkarttığı birkaç gazete kupüründe yazılı olan bazı şeylerden bahsetti. İnsanların kıyafetlerinin uyumlu olup olmadığını düşünmekten hoşlandığım için, onunla konuşurken, bir yandan da gözlem yapıyordum. Kabarık kıvırcık saçlarının omuzlarının üzerini kapatması yakışmıştı, biraz fazla olduğunu düşündüğüm mor ve siyah tonlarında makyajı vardı, el parmakları oldukça uzun ve koyu bir tonda mor oje sürülüydü. Kıyafeti kahverengi'nin açık tonlarında ve kadınla uyum içerisindeydiler. Omuzunda vücuda çapraz olarak asılarak kullanılan kahverengi bir çanta vardı. Konuşmamızın bir kısmında bu gördüğümüz taşların bize uğur getireceğine inanmasından dolayı, taşları karıştırıp birkaç küçük boyutlu olanını yanına aldı, daha büyük olanları da taşınabilir olması için, o sırada bahçede düzenlemeler yapan çalışanlardan rica ederek, küçültmelerini istedi. Artık elinde birçok küçük boyutlu taş vardı. Bunlardan ikisini bana uğur getireceğini söyleyerek ve az önce bahsi geçen gazete kupürlerini de anlayamadığım bir nedenden dolayı bana verdi. Sonra vedalaşıp kendi servislerimize doğru yol aldık. Patoloji servisindeki işim bittikten sonra bir şeyler yemek için kantine indim. Orada az önceki gizemli bayan'ı birkaç asker'e hararetli bir şekilde bir şeyler anlatırken gördüm. Patoloji deki testler oldukça uzun zaman aldığından, önce bir süre İstanbul'daki teyzemde kaldım, orada, daha önceden hiç görmediğim, hatta varlıklarından bile haberdar olmadığım bir sürü akrabam olduğunu öğrendim, kaldığım süre boyunca geç kalınmış akrabalık ilişkilerimin gelişmesi için elimden geleni yaptım. Sonrasında tekrar İzmir'e döndüm, patolojiden çıkması umulan sonuçları beklemeye koyuldum. Birkaç hafta sonrasında sonucun çıktığını öğrenip, sanırım artık son gidişim diye düşünerek, hemen yola koyuldum. Gittiğimde, Çarşamba günü yapılacak olduğunu öğrendiğim heyet görüşmesini beklemem gerektiğini söylediler ve ben de birkaç gün erken gittiğim için teyzemin yanına gittim. Çarşamba günü heyetin karşısına çıktığımda, masanın başında oturan, biraz yaşlıca olan asker/doktor göz ucuyla nüfus cüzdanımdaki fotoğrafa bakıp, “bu fotoğraf sana benzemiyor, değiştir, Cuma günü olan heyete gel” buyurdu, burada kesinlikle asker kısmı ağır basıyordu. Bu emri yerine getirebilmem için, nüfusumun kayıtlı olduğu nüfus müdürlüğüne gitmem gerekiyordu ve o da Söke'deydi. Kısa bir zaman içerisinde bu işlemi başaramayacağımın sonucunu veren birkaç hesaplama yaptıktan sonra, bu sorunu bir şekilde halledebileceğini söyleyen babama güvenerek teyzemin evinin yolunu tuttum. Beklediğim gibi Cuma sabahı yeni nüfus cüzdanım elimdeydi ve artık o heyetle rahatça yüzleşebilirdim. Bu son düelloda rakibim kimliğime baktı, sonra raporlarıma baktı, “tamam, çık dışarıda bekle” dedi. Bu işlem oldukça kısa sürmüştü ve o anda aklıma son üç saniyede sayı yapan basket oyuncuları gelmişti. Dışarıda kısa bir bekleyiş süresinden sonra, geldiğim yerdeki askerlik şubesine verilmek üzre, üzerinde “Askerliğe elverişli değildir.” yazan bir ara rapor verdiler. Artık İzmir'e dönebilecektim, cebimde vücudumdan parçalar ve çantamda hayatım hakkında kararlar olan bir rapor ile.

August 18, 2010

bekleme odası

Teknolojinin gerektirdiği tüpsüz ince bir televizyon, çoğu birbirine yapışık bolca sandalye ve küçük kırmızı LED lambalarından oluşmuş, üzerinde sayılar olan bir ekran, tüm bunlar, hepimizin sık sık karşılaştığı “bekleme odası” görünüşünü oluşturan temel öğelerdir. Bu tespiti dillendirmemin amacı hikâyemizin bundan sonraki kısmında bir bekleme odasından bahsedecek olmamdır. Bir bekleme odası ile ilgili nasıl bir hikâye yazılabiliri sorgulamaktansa, hali hazırda bu isime sahip bir film olması, beni cesaretlendirmiyor değil.
Bu hikâyedeki karakterlerin tamamen gerçek olması tesadüf müdür, değil midir bilemiyorum, aslında tamamen hayali karakterler de olabilirlerdi, bu ayrıntıyı da düşünmeyip, yazıya devam edelim.
Bekleme odamızın en sevimli yanı çoğunlukla çocuklardan oluşmasıdır. Küçük olan çocuklar kimi zaman kendi oyuncaklarıyla kimi zaman da orada bulunan oyuncaklarla, bilgisayarla ya da kendi aralarında sesli, sözlü oyunlar oynarlar, daha büyük olanlar ise genellikle etrafa bakınır ya da yanındakiler ile sohbet ederler. Çocuklar burada hiçbir zaman yalnız olmamışlardır, her zaman kendileri ile birlikte en az bir kişi daha vardır. Bunlar kimi zaman, anne, baba, kardeş gibi birinci dereceden yakınlar ya da teyze, hala, amca, dayı gibi ikinci derece yakınlardan oluşur, çok nadir de olsa, çocuklara, herhangi bir kan bağı bulunmayan aile dostları da eşlik ederdi.
Parlak, ışıl ışıl gözler, gülen eğlenceli yüzler ve sevgi dolu hareketlere sahip olan çocukların aksine, yanında bulunanların sahte gülümsemelerinin, kahkahalarının, esprilerinin arkasında uzun zamandır hiç gülmemiş, hüzün dolu, derinliği oldukça fazla olan gözleri vardır. Birçokları için garip olan şeyler, ortak noktaları sadece bu oda olmayan fakat bu odada bulunan insanlar için alışılagelmiş şeylerdi, bunlara örnek olarak, beyaz bez maske takmış çocukları, güçsüz düştükleri için tekerlekli sandalyede oturan çocukları ya da saçları ve kaşları olmayan kızları verebiliriz. Burada garipsenmeyen bir şey de herkesin birbirine gösterdiği gerçek sevgi ve yakınlıktır, kimi yerlerde yanlış görülen bu “tanınmayan insana yakınlık göstermek” eylemi burada tamamen içten bir şekilde yapılmaktadır.
Herhangi bir bekleme odasında olduğu gibi burada da elimizde sıra numarası yazılı olan küçük bir kâğıt ile ekranı izler dururuz ve sırası gelen çocuk, refakatçisinin uyarısıyla birlikte güle oynaya içerideki odaya doğru yol alırlar. Çıkışta çocuklar halen gülüyorlardır, fakat aileler içerideki olan biteni daha fazla önemsemiş olmalarından dolayı olsa gerek ya gerçekten mutlu ya da kimseye fark edilmemek istenen bir mutsuzlukla bekleme odasına dönerler, kimi zaman ellerinde uzun ince bir ya da daha fazla, içleri koyu kırmızı bir sıvı ile dolu olan kimya tüpleri olur ve biraz az tecrübeli olanları bu tüpler ve diğer elinde bulunan bir yığın kâğıt ile ne yapacağını öğrenmek için etrafındaki tecrübeli insanlarla hararetli bir konuşma içerisine girerler ve sonunda hızlı adımlarla elindekilerden kurtulmak için yola koyulurlar. Tecrübenin gerçek bir kavram olduğunu ve gerçekten işe yaradığını buradan daha iyi öğrenebileceğiniz yer yoktur. Buradaki herkes, oynayan çocuklarını yan yan gözetlerken, yanındaki diğer bir çocuğa refakat eden kişi ile, içerisinde çoğunlukla Latince kelimeler bulunan, birçok şey konuşup, hem kendilerinin tecrübelerini arttırırlar hem de var olan durumu daha iyi analiz ederler. Orada edinilen tecrübe o kadar büyüktür ki kimi zaman birçok eczacıdan ya da doktordan fazla ilâçbilim bilgisi, edinilebilir.
Çocukların sadece gülerken ya da oynarken çıkardıkları kahkahalar yoktur bu salonda, çoğunlukla bir kolunu tutan babasının kucağında oturmuş halde karşısındaki beyaz önlüklü kadının neden kolunu acıttığını anlamayıp bu nedenle ağlayan bir çocuk sesi, onu avutmaya çalışan, bunun içinse bazen şarkı söyleyip bazen de etrafta olmayan kuşları göstermeye çalışan bir ebeveyn sesi ve de bir yandan elindeki dolmuş kimya tüplerini yenisiyle değiştirip bir yandan da çocuğa hikâyeler anlatan beyaz önlüklü kadının sesi yoğun bir gürültü oluşturur bekleme odasında.
Sanılanın aksine basitçe birkaç saat içerisinde bitmez o bekleme odasına bağılık, kimi zaman bir ömür kadar uzundur, çocuklar küçük yaşlarda gelip büyümüş olarak çıkarlar, kimi zaman ise sadece anılarda unutulmayı bekleyerek yaşarlar.
Tahmin edilebileceği gibi, bahsettiğimiz bekleme odası bir çocuk onkoloji polikliniğinin bekleme odasıdır ve orada da çocuklar yaşar.

August 15, 2010

çocuk olmak zor değil,
sallanmak salıncakta,
yalnız oynamak,
koşmak.

sevmek zor,
her yaşta,
birlikte oynamak,

sevilmek.


onur'un isteği idi, yazdım. (dikkat! şiir değildir.)

May 23, 2010

Tavan Arası Aranıyor

Hududumu belli ettim komşu ülkeye.O günden beri ne arayan var ne soran...Prensiplerimi tavan arasına saklamış annem o günden sonra.Bulmam mümkün ama tavan arası yokmuş bizim evde.Bugün farkettim.Başka bir yer düşünemiyorum,hikayelerde hep bunu duydum.

Annemin,çok sevdiğim tişörtü saklaması ya da atmasıyla başlıyor hikaye.Hikaye dediğime göre uzun sürmeyecek belli,hadi yine iyisiniz.Çok eskimiş olabilirdi ama benim için değerliydi.Yeni bir tişört almaya mı gittim sizce?Hayır,var bir sürü tişörtüm.Hayır,onunla bir mağazada karşılaşmadık.

Çok sevdiğim tişörtüm yoktu artık.Dile kolay,beş sene boyunca giymiştim.Arkadaşlarımla buluşmam gerekiyordu.Uzun süre tartışamamıştım annemle.Ona tehditler savurarak çıktım evden.Kapıyı çarpmadım ama...Annem bir değişiklik katmıştı hayatıma.Bu durum rahatsız bir gülümseme kondurmuş ki suratıma,karşıdan gelen komşumuz başını salladı bana.

Ne yaptınız bana?Altı üstü bir tişört ya,acıyor musunuz yoksa?Bir kolumda bir arkadaşım diğeri de önden gidiyor başını öne eğerek.Elimi yüzüme götürdüm,bir ıslaklık...Durdum,düşündüm.Ah neyse ki yağmur yağıyor.Önden yürüyen arkadaşım da iki elinin arasına aldığı telefonda kız arkadaşına mesaj yazıyor.Ensesine vuruyorum bir tane,diyorum;ilgilenin ulan benimle.İlgili merci o değilmiş meğer,ters bir bakış fırlatıyor yüzüme.Diğerinin kolundan da kurtuluyorum şah mat hamlemle.

Şimdi bireysel bir çalışma içindeyim.Bireysel olarak yaptığım en başarılı iş,yürümek.Denedim,başardım.Daha fazlasını neden isteyeyim.Hep daha iyisini bulma gayesiyle kaç güzel sevgili bırakılmıştır geride...Aşk da kattım entrika da şu kısacık yazıma.İlgi had safhada...Ne olacak acaba bir sonraki safhada?Elimden dökülecek bir cümleye bakıyor aslında...Hayal mahsülüm,dökülen satırlara.Ben de babamın hayal mahsülü müyüm acaba?Bu safha sert oldu biraz.Neyse kendime geleyim.

Benim birileriyle tanışmam gerekiyordu değil mi?Yazının başında buna dair bir işaret vermiştim.Yalan söyledim.Aslında bunu da belli ettim.Suçlu değilim.Aşkta yalana yer yok derler ama buna hikayeleri asla dahil etmezler.

Bu hikaye yalnızca benim.Hikayeme ortak çıkmasın diye hayatıma kimseyi dahil etmedim...

erol çimen

May 17, 2010

MEMNUN KARGA

Dışarı çıkmak istiyorum diyordu.Kapılar açıktı.Çıkamadı,daha önce hiç çıkmamıştı.Çıkacağı kıçı kırık bir alemdi.İnsanları da bir alemdi.Kafiye olsun diye,gereksiz yere,farklı anlamlarda kullanılabilen iki kelimeyi iki cümlenin ardına koymaktan çekinmezlerdi mesela.Böyle biriyle tanışsa çekilmezdi dünya.


Bir dakika,bir dakika...Burası dünya,burada,üç aşağı beş yukarıda...Bir karga,yükseldiği gibi alçalıyor da.O çıkmıştı dışarıya.Bir memnuniyetsizlik belirtisi de yoktu çirkin suratında.Ben müdahale edeceğim burada kahramanıma.Bir karga,hiç memnuniyetini belli etmiş midir acaba?Susuyor kahramanım...İçimden diyorum,senin gibi kahraman olmaz olsun.Cevap vermesine de imkan vermiyorum aslında.Onu ikna ettim bu sorumla?Hala yanımda.Ben karışmadım hayatı boyunca,çıkabilirdi istediği anda.Ama cevap veremiyordu ki sorularıma.


Bir pencere vardı kendi dünyasında,karga geldi kondu ona.Uzun süre de havalanmadı.Orada durmaktan memnundu galiba.Kargalar memnun olur muydu acaba?Bir puro mu yakmalı yoksa?Ondan sonra bir sohbet başlasa kargayla,puromda.Külünü karga dökmeli bir kaç zıplamasıyla.Eğlenceli olur böylece karga için de benim için de...Kendimi alıyorum hemen bu düşüncemden.Güneşinde durmasın istiyorum dünyasının tek penceresine konan...Taş yok mu taş diye bağırıyorum.Abartmaya gerek yok diyor.Bu sefer o bana müdahale ediyor ve elime buruşturulmuş bir kağıt parçası tutuşturuyor.Haklıymış,rüzgarı bile yetiyor kargaya.Güçsüz bir tüy bırakıyor ardında...


Elimi güçsüz bırakıyorum bu hamlemle.Bir kuş uçuruyorum dışarıya...Elinde ne var diye soruyor.Full yalan diye cevaplıyorum gayet alçak bir sesle.Son zamanlarda söylediğim ender doğrulardan biri arasında.Bir daha soruyor elinde ne var diye.Elimi yumruk yapmışım uçup giderken karga.Yok yok bir şey diyorum.Yumruğumu açıyor ve içinden kırmızı bir top fırlıyor.Çok şaşırmış gibi davranıyorum.Alkışlarımın sesi giderek alçaldığında yeni bir numara yapma çabasında...


Müdahale ediyorum ona zira müdahale sırası bende.Bir fıkra anlatayım mı diye soruyorum ona.Kabul etmiyor ama numara yapmayı da unutuyor.Birbirimize öğrettiğimiz bu numaralara yeniden şaşırmamı bekliyor.Karga diyor,susturuyorum.Merak etme,halinden memnundur diyorum.Dünyamdan dünyasına sinyal gönderiyorum.Çağrıma karşılık alıyorum ve uzun zamandan sonra dışarı çıkıyorum...

Erol Çimen

March 8, 2010

Patlak Değilim,Hava Kaçırıyorum

Bir sanatçının belki de aylar sürecek bir çalışmasına başladığı gibi oturdum satırlarımı yazacağım unsurun başına.
Unsur kelimesi sorunu çağrıştırdı bana bir anda.Çağrışımlarla dolu bir yazı mı olacak yoksa?
Unsur söyleyiş bakımından hakikaten sorunu çağrıştırıyor.İçinde bulunduğum psikoloji dolayısıyla şöyle
bir açıklama getirebilirim unsur-sorun çağrışımına...
Yok ya yalan söylüyorum,getiremem.En iyisi,Mazlum'u getirin siz bana...

Hangi isteğimi yerine getirdiniz?Kaptanın seyir defterine baktım.
Tek bir cümlede dahi geçmiyor ismim.Aslında buydu tek isteğim,kaptandan...

Kaptanları say deseniz bana,sayacaklarımın hepsi defans oyuncuları olacaktır.
Çok da sayacağımı sanmayın.Futbol bilgim de çok engin değildir.
Kazadan sonra böyle oldum.Bu cümle bana ait değildir.Benim için edilmiş bir laftır ama bana ait değildir.
Ne kadar meraklısınız,her şeyi açıklamak zorunda kalıyorum...

Kazara bir gün rastlarsam birinize yolda,sabit bir noktaya bakıyor ve çok düzgün yürüyorsam anlayın ki sizi
görmezden geliyorumdur.Sizi görmüşümdür ve bu yetmiştir bana.Konuşmasak da olur.Ben başlayınca konuşmaya gizem
kalmaz ortada.Cümlelerimi çalarsınız diye de çok korkarım.Her cümlemi notere tasdik ettiremeyecek kadar da üşengecim.
Yoksa size yapacağımı bilirim.

Kendimden ne çok bahsetmişim.Senden mi bahsedecektim?Sen eskisi gibi değilsin.Şımarmadın,bunu kastetmedim.
Seni anlamıyorum ki senden bahsedeyim.Hımmm seni anlıyorum da demedim.Nitekim yazımın sonuna geldim.Zirvede bırakmaktır,
kimbilir kaçıncı dileğim?

Yanlış anlama,bu yazı için demedim...


erolçimen

March 4, 2010

düz yazı

Şiir olması gerekmiyor. Düzyazı yazıyorum. Düz yazıyorum.
Yazı yazıyorum. Yazı yazıyorum. Yazı kışı bir bir hayat
yaşıyorum. Yağmuru seviyorum, ıslanıyorum. Denizi
seviyorum, ıslanıyorum. Islaklık bir seviyeye kadar iyi.
Sonrası hasta edici. Başına kalacak kimsen yoksa hastalık
tehlikeli. Ateşler içinde yüzerken yanık derecesi artmakta.
Üçüncü dereceye kadar sorun gerçi. Üçüncü dereceden sonrası
aynı.

Acın değil aynı. Ölçü birimi yok çünkü. Hep, en acısı buydu
diyerek hayıflanmaktasın. Belki daha önceki daha büyüktü.
Dün daha iyi yaşadım derken dün olanlar neydi diyene
cevabın yok. Acı seviyesi ölçülebilmeli, çetele tutulmalı.
Çekilen acı kadar balona üflenmeli. Balonu uçuruyorsa
kimseyi yeterince yükseldiğinde balonuna ateş edilmeli.
Uçurmuyorsa, hangi günün balonu en büyükse patlatılmalı
şampanya gibi. Ardından eller havada, en kötü günümüz böyle
olsun.

Yazarak kurtul. Yazarak kurt ol. Buraya yaz, sürüye dal.
Seni bekliyor, kurt ol. Çoban yalan söylüyor. Çobanı da ye.
Seni suçlayacak kimse kalmayacak. Yeterince suçlandın, her
gün azalan bir koyun başına. Şimdi bilinmeyecek suçlu,
önceki söylenen de suçlu değildi. Çoban yalan söylemişti.
Masala hiç girme. Yeterince doydun. Masalda kaybeden sen
olacaksın. İnsanlar hep iyiler ya!

İyiler kazanmalı her masalda. Kurtlar da başladı yazmaya.
Çoban mı öğretti acaba yalvarma sürecinde okuma yazmayı
kurda. Ancak öğretmemişti galiba bana bir harf öğretenin
kırk yıl kölesi olurum lafını ona. Hata.

Mutlusun yine de balonumu nereye koydun diye soruyorsun
annene. İnandırmışsın kendini iyi bir gün yaşamayacağına.
Oysa balonunu aramana gerek yoktu böyle bir anda


'sana'

yazan: Erol Çimen
blog'a yazan: Cem

ben değilim

Kapıya vurdum, kim o dedin. Benim diyemedim. Oysa kapıyı açman için benim diyebilmeliydim. Çünkü annenler evden çıkarken benim demeyene
kapıyı açmamanı öğütlemişlerdi. Ben yüzüne kapı açmayacağın kişilerden biriydim; benim diyemedim.
Ne bileyim belki de gerçekten ben değildim. Biraz düşüneyim... Evet ben değildim. Çünkü
kapının diğer tarafındaki sana benim diyebilecek kadar ben yoktu bende.
Oysa insanlar birine güvenebilmek için benimi yeterli buluyor çoğu zaman. Kimse sormuyor, tamam sensin fakat sen kimsin.
Kapıda benim diyebilen bencildir. Ona göre kapının ardındakinin beklediği kendisidir. Kapının diğer tarafındakini onun bilmediği özellikleriyle hayal kırıklığına uğratma ihtimalini bile bile, benim der.
Belki kendimi avutuyorum. Benim diyemezken, benim diyebilenleri eleştiriyorum. Dur yine kendimle çelişeyim ve eleştirmeye devam edeyim. Kim bilir içimde ne fırtınalar kopuyor,
ne sapkın düşüncelere sahibim. Sen bunları öğrenmeden sadece benim diyene açma kapıyı bence.
Biliyorum, ben ne dersem diyeyim sen yine açacaksın kapıyı sadece benim diyene.İçinde büyük bir kavuşma özlemi var. İyilik veya kötülük fark etmiyor. İyiliğe kapı açmanın tartışılacak bir yanı yok fakat kötülüğe de bir an önce kavuşmak istemen beni şaşırtıyor. Ne gelecekse bir an önce gelsin ki üstesinden gelebildikçe iyiye gider her şey ya da kötüye gidecekse bile gerisini ben düşünürüm diyorsun herhalde.

Oysa ben seni düşünüyorum, benim demiyorum ve kapının diğer tarafında bekliyorum…



"Gelirsem söylerim"





yazan: Erol Çimen
blog'a yazan: Cem

February 23, 2010

olabiliyormuş ki oldu

Bugün mucizevi bir şey oldu.
Sıradan pazar günü aktivitelerim olan bulaşıktır,çamaşırdır,ev temizliğidir derken akşamı etmiştim.Yemekten sonra yatsı namazımı eda etmek için küçük odaya gittim.Selam verip herzamanki duamı edecekken, -Allah affetsin- birdenbire ruhuma bir ikilik düştü,serzenişte bulunmaya başladım.

"Hey yüce rabbim" dedim."Şükürler olsun aç değilim açıkta değilim.Hastalığım yok,derdim yok.Az biraz huzurlu da sayılırım ama bunlar sıradan bir koyunda,keçide de var.Bu yaşa geldim evin içinde tek başıma kaldım.Hey güzel Allahım ben neden yalnızım ? Neden kendime göre,boyu boyuma uygun,huyu suyu güzel,namazında niyazında bir hatun bulamadım ?

Benim küçük oda otoparka bakıyor.Otoparkında kocaman projektörleri var.Birdenbire odanın içindeki ışığın lümeni değişince onları açtılar sandım,ama değil.Onlar zaten açıkmış.O vakit anladım ki başka bir şeyler oluyor.Sanki akşam değilmiş gibi gökyüzü aydınlanıyor,bulutlar aralanıp sisler dağılıyor,atmosfere bir acayip haller oluyor.

Ben de öyle dalmış,ne oluyor diye perdeleri açık pencereden dışarıya bakarken odanın içinde -Allah affetsin- Agah Hun'unkine benzeyen bir ses duydum : "Ey Yarex kulum şu astığın çamaşırlara bir bak.."

Öyle bir ses ki duyanın tüyleri diken diken olur,eli ayağı zıngırdamaya başlar,dişleri takırdar,o derece.Odanın köşesindeki katlanır telli çamaşırlığa baktım.Aynı ses : "Çorapları gördüm değil mi ?" diye devam etti, "Onlar da senden şikayetçiler."

Şaşırmıştım.Çoraplar neden benden şikayet etsinlerdi ki ? Çok şükür ayakkabılarımı iki gün üst üste giymediğimden kokmazlardı.Bir çorabı bir kez giydiğimde mutlaka yıkadığımdan kendilerine kötü davranıldığını da ileri süremezlerdi.En iyi deterjanları,en iyi yumuşatıcıları kullanıyordum üstelik.Bir çorap daha ne isteyebilirdi ki ?

"Yok,o değil" dedi ses, "onları eşleriyle yan yana asmıyorsun ? Çoraplardan esirgediğini ne diye benden dilersin ?"

Seccadenin üstünde elimde tesbihim öylece kalakalmıştım.Sonra bulutlar kapandı,ışıklar söndü,yine o elektrik dediğimiz cılız şehir ışıklarına mahkum kaldım.Orada öylece epey bir düşündüm.

Sonra kalkıp çamaşır askısının yanına gittim ve çoraplara baktım.Geçekten de hiçbiri -ama tek tek kontrol ettim- eşinin yanında değildi.Hatta aynı tele denk gelmiş çorap bile yoktu neredeyse.Tam eşleriyle yan yana asmak için gerekli düzenlemeleri yapacaktım ki birdebire bunun hayatım için ne büyük bir değişiklik olacağını farkettim.

Vazgeçip salona döndüm tekrar.Kendime bir kahve yapıp bir de sigara yaktım.Efendi gibi Süper Lig'den maç özetlerini izleyeceğim...yarex..

February 3, 2010

Bırak Bu Rock'n Roll'u

Dün gece uyku tutmayınca bir fincan kahve yapıp pencerenin karşısına geçtim.Öğrencilerin tatilde olduğu zamanlar mahalleli huzur içinde erkenden uyur.Güzel bir sessizlik vardı.Bahçeli evin hemen girişine park etmiş 3 tekerlekli bisikleti görünce de bu sessizlikten hayal edilebilecek iyi şeyler çıkarabileceğimi düşünüyordum.En azından bisikletin iyi bir başlangıç olduğunu düşünmüştüm.Ama olmadı.

Yeni jenerasyonların nasıl yetiştirildiğini bilmiyorum ama bize hayata dair hesap kitap yapmayı öğretmediler.Bir Latin öyküsündeki goşo'nun hayata bakışı gibi yaşamayı öğrendik : "hayatı bir şarabı içer gibi yaşadık." Dolayısıyla belli bir yaşa gelene kadar " Nereye gidiyorum ben ?" diye sormayı akıl edemedik.

Bir kaç sene önce evin duvarına o günün tarihini atarken övünç kaynağı bir halt yediğimi düşünmüştüm.Ama dün gece o tarih gözüme ilişince bir can sıkıntısının, bir iç hesaplaşmanın içinde buldum kendimi.Hayatımdaki bir çok şey böyle olmuştur benim ; zamanında kendimi iyi hissetmemi sağlayan şeyler sonradan Karaman'ın koyunu olmuşlardır.Neden böyle bir hayatı seçtiğimi düşünürken aklımda "ben iyi bir insan mıyım ?" sorusu peydahlandı.Soruyu cevaplamaya çalışırken bisikletlerle ilgili bir çok anımı da erteledim ve hiç alakasız bu şarkı geldi aklıma .Sonra pencereyi kapatıp buz gibi kahveyi dökmek üzere lavaboya yollandım.
-yarex